Jiyanmedya

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Jiyanmedya

En Yeni Paylaşım Platformu


    Değirmen - Sabahattin Ali

    avatar
    admin


    Mesaj Sayısı : 622
    Kayıt tarihi : 12/03/13

    Değirmen - Sabahattin Ali Empty Değirmen - Sabahattin Ali

    Mesaj tarafından admin Paz Mart 17, 2013 7:15 pm

    Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı
    adaşım?..

    Görülecek şeydir o… Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık
    pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı… Sonra bir sürü
    çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar… Ve bir
    köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin
    çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar…


    Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince
    zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis
    halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır…


    Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı
    ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan
    seslere?.. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış
    rüzgarı gibi uğuldar, taşların kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri
    kayışların tokat gibi şaklayışına karışır… Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar
    gıcırdar, gıcırdar.


    Ben çok
    eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım, ama bir daha görmek
    istemem.


    Sen aşkın ne
    olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?


    Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni
    seviyordu… Ve onu herhalde çok kucakladın… Geceleri buluşur ve öperdin değil mi?
    Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa..


    Yahut sevgilin seni sevmiyordu… O zaman ne
    yaptın? Geceleri ağladın mı?.. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda
    bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?..


    Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin
    için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur
    ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır.
    Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil
    bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.


    Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve
    bu böyle gidiyor.


    Peki ama,
    bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek
    midir?..


    Çırçıplak soyunarak
    şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?


    Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak
    ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?


    Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende
    var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle
    bağırabilir misin?


    Aşk sana
    bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim…


    Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi?
    Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım,
    kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır. Kalbin
    olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun… Göğsünü yararak o
    eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş
    olursun…


    Siz sevemezsiniz
    adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve
    birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz
    sevemezsiniz.


    Sevmeyi yalnız
    bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka
    Allah tanımayan biz Çingene’ler.


    Dinle adaşım, sana bir Çingene’nin aşkını
    anlatayım…

    ..
    Bir gün
    -karların erimeye başladığı mevsimdeydi- bütün çergi, -otuza yakın kadın, erkek
    ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek- Edremit tarafına doğru
    göçüyorduk.

    Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş
    ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti.
    Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar
    hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde
    yuvarlanıyorlardı.


    Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar
    parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.

    Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik,
    yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.

    İkindiye doğru siyah
    zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme
    ilişti. Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının
    arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane
    tahta oluğa taksim oluyordu.


    İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah
    kiremitli çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı
    gölgeliyorlardı.


    Ağaçların
    hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü
    sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta
    kayboluyordu.


    Burada
    çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden,
    değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz
    minaresiyle bir köy görünüyordu.


    Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak,
    kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmaya
    başladı.


    İçeride sesi duyan
    köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı,
    beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.


    Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak
    çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene
    severler.


    Aralarında bir
    kileye yakın buğday toplayarak Atmaca’ya verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek
    de yoğurt ilave etti.


    Biz bu
    güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında
    çadırlarımızı kurduk.

    ..
    İşler
    iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde
    satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile
    düğüne çağırılıyorlardı.

    Atmaca tabii en baştaydı…


    Sen bu Atmaca gibisine daha
    rastlamamışsındır.


    Bir kere
    heybetli delikanlıydı: Yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve
    koyu gözleri…

    Sonra burnu… Uzun,
    sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu…

    Bunun için biz ona Atmaca
    derdik…


    Başı, geniş
    omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik dururdu ve bir arapatı ondan daha
    çevik değildi…

    Bütün çergilerde
    onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı söylenirdi.

    Başka Çingene’ler
    gibi çalmazdı o, adaşım: Bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş,
    bitirmişti; sonra içliydi… Sanırdın ki, klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden
    değil, doğrudan doğruya yüreğinden veriyor.


    Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de
    çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu
    dinlerdik.


    Hiçbir sevgilisi
    yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince
    dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde
    alıkoyabilirlerdi…


    Halbuki
    çalgı çalarken büyük gözlerde -oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi- bir
    nem belirdiğini, esmer yanaklarında -bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan-
    birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.


    Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden
    bize bir şey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu dünyaya
    bağlayan şey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa
    hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden
    çalıyordu?..


    Ara sıra uzun
    müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin
    meclisine girdiği söylenirdi.


    Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi, fakat o
    davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı
    çalardı.

    ..
    Hemen her akşam
    değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey
    anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber büyük çınarın
    altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi
    dinliyordu.

    Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi.


    Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına
    kadar uzanan ince örgülü saçları vardı.


    Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle
    alışverişi yokmuş gibi, dümdüz bir bakışı ve dudaklarının kenarından
    dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı.


    Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin
    çarklarından birine kaptırmıştı.


    Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen
    sallanıyordu.


    Ve bu onu
    insanlardan ayırıyordu.


    Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne
    demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu.
    Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye mecburdu.


    Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş
    yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına
    tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi…


    Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle
    geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta, üst
    üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan
    akranlarına bir duvara yaslanarak istek dolu gözlerle
    bakmıştı.


    Şimdi bütün bunlara
    alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının
    kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu.


    Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce
    oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan
    yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı
    ederdi.


    Geceleri babasıyla
    beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı…

    ..
    Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve
    insafsız Atmacamız, değirmencinin bu sakat kızına vuruldu.
    Tavuslara,
    sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun, şikarı
    (avı) oldu.
    Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım
    zaman alev saçağı sarmıştı… Yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere
    göçerdim…

    Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin
    altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar,
    gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi…


    Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere
    atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik…

    Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe
    tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi
    vardı.

    Atmaca’nın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu.
    Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber
    oturduğunu ve tırnaklarını, parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada
    gezdirdiğini görünce, bu işin böyle gitmeyeceğini anladım…


    Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına
    gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk.


    Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir
    kurbağa sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.

    Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi
    sormuyordu.

    Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana
    kaldırdı:


    -Seviyorsun!..-
    dedim.


    -Öyle…-
    dedi.


    -Ne
    yapacaksın?..-


    Bu sualin
    cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi; uzun uzun
    baktı, birdenbire:

    -Sen bizim
    çeribaşımızsın- dedi, -gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın,
    dirayetin bütün Çingene’lerden üstündür. Sana açılmalıyım…-

    Gözlerini hiç
    indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeye
    başladı:


    -Onu seviyorum, ne
    yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin… Ben
    ki, arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmedim; yedi
    köye hükmeden eşraf bana gelip: ‘Kızım senin için yataklara düştü, Çingene
    olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı
    kurtar!..’ diye yalvardılar da, gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu
    bir kolu olmayan kızı seviyorum.

    Onu alamam, onu kaçıramam… Halbuki o da beni seviyor.

    Bunu
    bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. ‘Gel; dedim, ‘beraber kaçalım.’ Acı acı
    güldü, ‘Ağam,’ dedi, ‘ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..’ Onu
    nasıl sevdiğimi anlattım: ‘Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,’ dedim, ‘bir
    kalp bir koldan daha mı az değerlidir?’


    -Tekrar gözyaşları boşandı: ‘Olmaz’ dedi, ‘düşün ki, her
    karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek
    ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım,
    sen de bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar
    gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni
    inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan
    git!..-

    Atmaca burada bir nefes
    aldı ve gözlerini yere indirdi:

    -Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için
    de sahiden azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını
    hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi
    sarılamazsa, gözleri her zaman: ‘Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana
    yazık değil mi?’ demek isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan
    alınır; kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan
    kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp
    gider…


    Ne yapacağımı, bu
    halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok, akıl yok, düşünce
    yok, yalnız aşk var. Mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşk… Senin
    Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..-


    Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla
    ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormaya, hatta teselli etmeye kalkışmadım;
    ona bu halde ne söz söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı.


    Koluna girip çadıra kadar
    götürdüm.


    İşler gittikçe
    sarpa sarmıştı adaşım, Atmaca’nın hali beni korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir
    şey yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmaya karar vererek yattım. Bütün gece,
    büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca’yı ve
    dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir
    pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. Fakat birbirinin
    kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına
    giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları
    ayırıyordu.

    ..
    Günler,
    kuvvetli bir rüzgarın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbiri arkasına
    geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını
    seziyorduk. Herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir
    durgunluk kaplamıştı.

    İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri
    afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca’nın imdadına
    çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın
    gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi
    sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından
    bakıyorlardı.


    Kadın, erkek,
    genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir
    rüzgar kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus
    buralarda bırakıyordu.

    ..
    Bir
    gün Atmaca yanıma sokuldu.

    -Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben
    ihtiyarla konuştum!..- dedi.


    Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı
    gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.


    -Değirmenin içinde çalacağım!- dedi.

    -Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde
    mi?-


    Tuhaf tuhaf
    güldü:


    -Korkma!- dedi,
    -Klarneti o gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten
    düşmedi.-


    Yağmur akşama doğru
    sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar
    düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla
    oynatıyordu.

    ..
    Hepimiz
    değirmenin içine dolduk. Tavlada sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir
    aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar,
    dönüyorlardı.

    Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak
    tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu
    korkunç ahengi tamamlıyordu.


    Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı.
    Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler
    oynatıyordu.


    Bütün
    gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi: Kendisini değirmenin
    karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya başlamıştı.


    Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten
    sonra bile unutamam.


    Dışarıda
    fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda
    gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere
    dökülüyordu.


    İçeride taşlar
    nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor;
    birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların
    hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak
    gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.


    Alacakaranlıkta Atmaca’nın siyah ve parlak gözleri hiç
    kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı, genç kızın acınacak bir perişanlıkla
    çırpınan büyümüş gözlerine…


    Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim
    kullandığımız kelimelerin takati yoktur…

    Bazan okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi… Fakat derhal yüzümüzü
    yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir
    çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline
    geliyordu.
    ..
    Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmaca’nın ayağa
    kalktığını gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye
    fırlattı.

    Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. O,
    yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı. Birdenbire çukura
    gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin
    kızına dikti, uzun uzun baktı…


    O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça
    artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve değirmen,
    azgın bir hayvan gibi homurduyor ve dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında,
    olduğundan daha büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın
    üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere
    sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor,
    kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki,
    bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya
    çekiliyordu.


    Bu bakış ancak
    bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak
    gibi sallandı. Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı.
    Sanki bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici; bu parçalayıcı
    ağrılardan kurtaracak bir imdat… Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi.
    Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların
    kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.


    Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra
    delice bağırarak arkasından koştuk…


    Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve –iş
    işten geçti- demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.


    Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan
    fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine
    yıkıldı.

    ..
    İşte adaşım, sana
    seven bir Çingene’nin hikayesi.

    Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin
    kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su
    kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş
    şeydir…


    Seni gördüğü zaman
    zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında
    sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz
    aramızda- gene hoş şeydir.


    Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde
    taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu
    sevmektir.


      Forum Saati Paz Nis. 28, 2024 3:24 pm