Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı
adaşım?..
Görülecek şeydir o… Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık
pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı… Sonra bir sürü
çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar… Ve bir
köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin
çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar…
Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince
zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis
halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır…
Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı
ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan
seslere?.. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış
rüzgarı gibi uğuldar, taşların kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri
kayışların tokat gibi şaklayışına karışır… Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar
gıcırdar, gıcırdar.
Ben çok
eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım, ama bir daha görmek
istemem.
Sen aşkın ne
olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?
Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni
seviyordu… Ve onu herhalde çok kucakladın… Geceleri buluşur ve öperdin değil mi?
Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa..
Yahut sevgilin seni sevmiyordu… O zaman ne
yaptın? Geceleri ağladın mı?.. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda
bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?..
Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin
için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur
ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır.
Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil
bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.
Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve
bu böyle gidiyor.
Peki ama,
bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek
midir?..
Çırçıplak soyunarak
şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?
Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak
ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?
Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende
var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle
bağırabilir misin?
Aşk sana
bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim…
Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi?
Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım,
kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır. Kalbin
olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun… Göğsünü yararak o
eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş
olursun…
Siz sevemezsiniz
adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve
birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz
sevemezsiniz.
Sevmeyi yalnız
bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka
Allah tanımayan biz Çingene’ler.
Dinle adaşım, sana bir Çingene’nin aşkını
anlatayım…
..
Bir gün
-karların erimeye başladığı mevsimdeydi- bütün çergi, -otuza yakın kadın, erkek
ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek- Edremit tarafına doğru
göçüyorduk.
Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş
ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti.
Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar
hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde
yuvarlanıyorlardı.
Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar
parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.
Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik,
yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.
İkindiye doğru siyah
zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme
ilişti. Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının
arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane
tahta oluğa taksim oluyordu.
İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah
kiremitli çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı
gölgeliyorlardı.
Ağaçların
hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü
sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta
kayboluyordu.
Burada
çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden,
değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz
minaresiyle bir köy görünüyordu.
Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak,
kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmaya
başladı.
İçeride sesi duyan
köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı,
beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.
Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak
çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene
severler.
Aralarında bir
kileye yakın buğday toplayarak Atmaca’ya verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek
de yoğurt ilave etti.
Biz bu
güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında
çadırlarımızı kurduk.
..
İşler
iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde
satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile
düğüne çağırılıyorlardı.
Atmaca tabii en baştaydı…
Sen bu Atmaca gibisine daha
rastlamamışsındır.
Bir kere
heybetli delikanlıydı: Yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve
koyu gözleri…
Sonra burnu… Uzun,
sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu…
Bunun için biz ona Atmaca
derdik…
Başı, geniş
omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik dururdu ve bir arapatı ondan daha
çevik değildi…
Bütün çergilerde
onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı söylenirdi.
Başka Çingene’ler
gibi çalmazdı o, adaşım: Bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş,
bitirmişti; sonra içliydi… Sanırdın ki, klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden
değil, doğrudan doğruya yüreğinden veriyor.
Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de
çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu
dinlerdik.
Hiçbir sevgilisi
yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince
dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde
alıkoyabilirlerdi…
Halbuki
çalgı çalarken büyük gözlerde -oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi- bir
nem belirdiğini, esmer yanaklarında -bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan-
birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.
Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden
bize bir şey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu dünyaya
bağlayan şey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa
hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden
çalıyordu?..
Ara sıra uzun
müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin
meclisine girdiği söylenirdi.
Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi, fakat o
davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı
çalardı.
..
Hemen her akşam
değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey
anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber büyük çınarın
altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi
dinliyordu.
Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi.
Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına
kadar uzanan ince örgülü saçları vardı.
Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle
alışverişi yokmuş gibi, dümdüz bir bakışı ve dudaklarının kenarından
dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı.
Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin
çarklarından birine kaptırmıştı.
Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen
sallanıyordu.
Ve bu onu
insanlardan ayırıyordu.
Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne
demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu.
Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye mecburdu.
Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş
yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına
tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi…
Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle
geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta, üst
üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan
akranlarına bir duvara yaslanarak istek dolu gözlerle
bakmıştı.
Şimdi bütün bunlara
alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının
kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu.
Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce
oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan
yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı
ederdi.
Geceleri babasıyla
beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı…
..
Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve
insafsız Atmacamız, değirmencinin bu sakat kızına vuruldu.
Tavuslara,
sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun, şikarı
(avı) oldu.
Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım
zaman alev saçağı sarmıştı… Yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere
göçerdim…
Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin
altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar,
gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi…
Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere
atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik…
Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe
tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi
vardı.
Atmaca’nın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu.
Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber
oturduğunu ve tırnaklarını, parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada
gezdirdiğini görünce, bu işin böyle gitmeyeceğini anladım…
Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına
gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk.
Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir
kurbağa sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.
Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi
sormuyordu.
Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana
kaldırdı:
-Seviyorsun!..-
dedim.
-Öyle…-
dedi.
-Ne
yapacaksın?..-
Bu sualin
cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi; uzun uzun
baktı, birdenbire:
-Sen bizim
çeribaşımızsın- dedi, -gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın,
dirayetin bütün Çingene’lerden üstündür. Sana açılmalıyım…-
Gözlerini hiç
indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeye
başladı:
-Onu seviyorum, ne
yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin… Ben
ki, arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmedim; yedi
köye hükmeden eşraf bana gelip: ‘Kızım senin için yataklara düştü, Çingene
olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı
kurtar!..’ diye yalvardılar da, gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu
bir kolu olmayan kızı seviyorum.
Onu alamam, onu kaçıramam… Halbuki o da beni seviyor.
Bunu
bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. ‘Gel; dedim, ‘beraber kaçalım.’ Acı acı
güldü, ‘Ağam,’ dedi, ‘ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..’ Onu
nasıl sevdiğimi anlattım: ‘Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,’ dedim, ‘bir
kalp bir koldan daha mı az değerlidir?’
-Tekrar gözyaşları boşandı: ‘Olmaz’ dedi, ‘düşün ki, her
karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek
ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım,
sen de bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar
gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni
inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan
git!..-
Atmaca burada bir nefes
aldı ve gözlerini yere indirdi:
-Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için
de sahiden azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını
hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi
sarılamazsa, gözleri her zaman: ‘Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana
yazık değil mi?’ demek isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan
alınır; kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan
kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp
gider…
Ne yapacağımı, bu
halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok, akıl yok, düşünce
yok, yalnız aşk var. Mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşk… Senin
Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..-
Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla
ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormaya, hatta teselli etmeye kalkışmadım;
ona bu halde ne söz söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı.
Koluna girip çadıra kadar
götürdüm.
İşler gittikçe
sarpa sarmıştı adaşım, Atmaca’nın hali beni korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir
şey yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmaya karar vererek yattım. Bütün gece,
büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca’yı ve
dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir
pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. Fakat birbirinin
kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına
giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları
ayırıyordu.
..
Günler,
kuvvetli bir rüzgarın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbiri arkasına
geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını
seziyorduk. Herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir
durgunluk kaplamıştı.
İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri
afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca’nın imdadına
çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın
gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi
sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından
bakıyorlardı.
Kadın, erkek,
genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir
rüzgar kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus
buralarda bırakıyordu.
..
Bir
gün Atmaca yanıma sokuldu.
-Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben
ihtiyarla konuştum!..- dedi.
Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı
gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.
-Değirmenin içinde çalacağım!- dedi.
-Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde
mi?-
Tuhaf tuhaf
güldü:
-Korkma!- dedi,
-Klarneti o gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten
düşmedi.-
Yağmur akşama doğru
sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar
düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla
oynatıyordu.
..
Hepimiz
değirmenin içine dolduk. Tavlada sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir
aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar,
dönüyorlardı.
Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak
tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu
korkunç ahengi tamamlıyordu.
Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı.
Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler
oynatıyordu.
Bütün
gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi: Kendisini değirmenin
karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya başlamıştı.
Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten
sonra bile unutamam.
Dışarıda
fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda
gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere
dökülüyordu.
İçeride taşlar
nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor;
birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların
hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak
gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.
Alacakaranlıkta Atmaca’nın siyah ve parlak gözleri hiç
kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı, genç kızın acınacak bir perişanlıkla
çırpınan büyümüş gözlerine…
Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim
kullandığımız kelimelerin takati yoktur…
Bazan okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi… Fakat derhal yüzümüzü
yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir
çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline
geliyordu.
..
Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmaca’nın ayağa
kalktığını gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye
fırlattı.
Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. O,
yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı. Birdenbire çukura
gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin
kızına dikti, uzun uzun baktı…
O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça
artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve değirmen,
azgın bir hayvan gibi homurduyor ve dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında,
olduğundan daha büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın
üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere
sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor,
kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki,
bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya
çekiliyordu.
Bu bakış ancak
bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak
gibi sallandı. Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı.
Sanki bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici; bu parçalayıcı
ağrılardan kurtaracak bir imdat… Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi.
Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların
kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.
Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra
delice bağırarak arkasından koştuk…
Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve –iş
işten geçti- demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.
Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan
fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine
yıkıldı.
..
İşte adaşım, sana
seven bir Çingene’nin hikayesi.
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin
kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su
kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş
şeydir…
Seni gördüğü zaman
zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında
sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz
aramızda- gene hoş şeydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde
taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu
sevmektir.
adaşım?..
Görülecek şeydir o… Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık
pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı… Sonra bir sürü
çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar… Ve bir
köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin
çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar…
Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince
zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis
halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır…
Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı
ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan
seslere?.. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış
rüzgarı gibi uğuldar, taşların kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri
kayışların tokat gibi şaklayışına karışır… Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar
gıcırdar, gıcırdar.
Ben çok
eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım, ama bir daha görmek
istemem.
Sen aşkın ne
olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?
Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni
seviyordu… Ve onu herhalde çok kucakladın… Geceleri buluşur ve öperdin değil mi?
Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa..
Yahut sevgilin seni sevmiyordu… O zaman ne
yaptın? Geceleri ağladın mı?.. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda
bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?..
Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin
için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur
ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır.
Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil
bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.
Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve
bu böyle gidiyor.
Peki ama,
bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek
midir?..
Çırçıplak soyunarak
şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?
Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak
ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?
Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende
var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle
bağırabilir misin?
Aşk sana
bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim…
Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi?
Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım,
kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır. Kalbin
olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun… Göğsünü yararak o
eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş
olursun…
Siz sevemezsiniz
adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve
birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz
sevemezsiniz.
Sevmeyi yalnız
bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka
Allah tanımayan biz Çingene’ler.
Dinle adaşım, sana bir Çingene’nin aşkını
anlatayım…
..
Bir gün
-karların erimeye başladığı mevsimdeydi- bütün çergi, -otuza yakın kadın, erkek
ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek- Edremit tarafına doğru
göçüyorduk.
Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş
ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti.
Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar
hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde
yuvarlanıyorlardı.
Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar
parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.
Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik,
yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.
İkindiye doğru siyah
zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme
ilişti. Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının
arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane
tahta oluğa taksim oluyordu.
İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah
kiremitli çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı
gölgeliyorlardı.
Ağaçların
hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü
sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta
kayboluyordu.
Burada
çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden,
değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz
minaresiyle bir köy görünüyordu.
Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak,
kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmaya
başladı.
İçeride sesi duyan
köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı,
beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.
Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak
çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene
severler.
Aralarında bir
kileye yakın buğday toplayarak Atmaca’ya verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek
de yoğurt ilave etti.
Biz bu
güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında
çadırlarımızı kurduk.
..
İşler
iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde
satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile
düğüne çağırılıyorlardı.
Atmaca tabii en baştaydı…
Sen bu Atmaca gibisine daha
rastlamamışsındır.
Bir kere
heybetli delikanlıydı: Yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve
koyu gözleri…
Sonra burnu… Uzun,
sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu…
Bunun için biz ona Atmaca
derdik…
Başı, geniş
omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik dururdu ve bir arapatı ondan daha
çevik değildi…
Bütün çergilerde
onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı söylenirdi.
Başka Çingene’ler
gibi çalmazdı o, adaşım: Bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş,
bitirmişti; sonra içliydi… Sanırdın ki, klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden
değil, doğrudan doğruya yüreğinden veriyor.
Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de
çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu
dinlerdik.
Hiçbir sevgilisi
yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince
dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde
alıkoyabilirlerdi…
Halbuki
çalgı çalarken büyük gözlerde -oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi- bir
nem belirdiğini, esmer yanaklarında -bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan-
birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.
Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden
bize bir şey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu dünyaya
bağlayan şey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa
hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden
çalıyordu?..
Ara sıra uzun
müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin
meclisine girdiği söylenirdi.
Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi, fakat o
davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı
çalardı.
..
Hemen her akşam
değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey
anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber büyük çınarın
altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi
dinliyordu.
Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi.
Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına
kadar uzanan ince örgülü saçları vardı.
Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle
alışverişi yokmuş gibi, dümdüz bir bakışı ve dudaklarının kenarından
dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı.
Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin
çarklarından birine kaptırmıştı.
Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen
sallanıyordu.
Ve bu onu
insanlardan ayırıyordu.
Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne
demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu.
Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye mecburdu.
Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş
yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına
tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi…
Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle
geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta, üst
üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan
akranlarına bir duvara yaslanarak istek dolu gözlerle
bakmıştı.
Şimdi bütün bunlara
alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının
kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu.
Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce
oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan
yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı
ederdi.
Geceleri babasıyla
beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı…
..
Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve
insafsız Atmacamız, değirmencinin bu sakat kızına vuruldu.
Tavuslara,
sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun, şikarı
(avı) oldu.
Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım
zaman alev saçağı sarmıştı… Yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere
göçerdim…
Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin
altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar,
gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi…
Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere
atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik…
Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe
tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi
vardı.
Atmaca’nın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu.
Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber
oturduğunu ve tırnaklarını, parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada
gezdirdiğini görünce, bu işin böyle gitmeyeceğini anladım…
Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına
gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk.
Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir
kurbağa sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.
Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi
sormuyordu.
Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana
kaldırdı:
-Seviyorsun!..-
dedim.
-Öyle…-
dedi.
-Ne
yapacaksın?..-
Bu sualin
cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi; uzun uzun
baktı, birdenbire:
-Sen bizim
çeribaşımızsın- dedi, -gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın,
dirayetin bütün Çingene’lerden üstündür. Sana açılmalıyım…-
Gözlerini hiç
indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeye
başladı:
-Onu seviyorum, ne
yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin… Ben
ki, arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmedim; yedi
köye hükmeden eşraf bana gelip: ‘Kızım senin için yataklara düştü, Çingene
olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı
kurtar!..’ diye yalvardılar da, gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu
bir kolu olmayan kızı seviyorum.
Onu alamam, onu kaçıramam… Halbuki o da beni seviyor.
Bunu
bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. ‘Gel; dedim, ‘beraber kaçalım.’ Acı acı
güldü, ‘Ağam,’ dedi, ‘ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..’ Onu
nasıl sevdiğimi anlattım: ‘Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,’ dedim, ‘bir
kalp bir koldan daha mı az değerlidir?’
-Tekrar gözyaşları boşandı: ‘Olmaz’ dedi, ‘düşün ki, her
karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek
ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım,
sen de bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar
gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni
inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan
git!..-
Atmaca burada bir nefes
aldı ve gözlerini yere indirdi:
-Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için
de sahiden azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını
hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi
sarılamazsa, gözleri her zaman: ‘Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana
yazık değil mi?’ demek isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan
alınır; kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan
kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp
gider…
Ne yapacağımı, bu
halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok, akıl yok, düşünce
yok, yalnız aşk var. Mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşk… Senin
Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..-
Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla
ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormaya, hatta teselli etmeye kalkışmadım;
ona bu halde ne söz söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı.
Koluna girip çadıra kadar
götürdüm.
İşler gittikçe
sarpa sarmıştı adaşım, Atmaca’nın hali beni korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir
şey yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmaya karar vererek yattım. Bütün gece,
büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca’yı ve
dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir
pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. Fakat birbirinin
kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına
giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları
ayırıyordu.
..
Günler,
kuvvetli bir rüzgarın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbiri arkasına
geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını
seziyorduk. Herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir
durgunluk kaplamıştı.
İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri
afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca’nın imdadına
çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın
gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi
sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından
bakıyorlardı.
Kadın, erkek,
genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir
rüzgar kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus
buralarda bırakıyordu.
..
Bir
gün Atmaca yanıma sokuldu.
-Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben
ihtiyarla konuştum!..- dedi.
Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı
gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.
-Değirmenin içinde çalacağım!- dedi.
-Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde
mi?-
Tuhaf tuhaf
güldü:
-Korkma!- dedi,
-Klarneti o gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten
düşmedi.-
Yağmur akşama doğru
sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar
düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla
oynatıyordu.
..
Hepimiz
değirmenin içine dolduk. Tavlada sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir
aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar,
dönüyorlardı.
Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak
tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu
korkunç ahengi tamamlıyordu.
Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı.
Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler
oynatıyordu.
Bütün
gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi: Kendisini değirmenin
karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya başlamıştı.
Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten
sonra bile unutamam.
Dışarıda
fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda
gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere
dökülüyordu.
İçeride taşlar
nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor;
birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların
hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak
gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.
Alacakaranlıkta Atmaca’nın siyah ve parlak gözleri hiç
kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı, genç kızın acınacak bir perişanlıkla
çırpınan büyümüş gözlerine…
Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim
kullandığımız kelimelerin takati yoktur…
Bazan okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi… Fakat derhal yüzümüzü
yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir
çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline
geliyordu.
..
Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmaca’nın ayağa
kalktığını gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye
fırlattı.
Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. O,
yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı. Birdenbire çukura
gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin
kızına dikti, uzun uzun baktı…
O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça
artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve değirmen,
azgın bir hayvan gibi homurduyor ve dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında,
olduğundan daha büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın
üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere
sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor,
kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki,
bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya
çekiliyordu.
Bu bakış ancak
bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak
gibi sallandı. Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı.
Sanki bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici; bu parçalayıcı
ağrılardan kurtaracak bir imdat… Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi.
Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların
kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.
Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra
delice bağırarak arkasından koştuk…
Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve –iş
işten geçti- demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.
Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan
fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine
yıkıldı.
..
İşte adaşım, sana
seven bir Çingene’nin hikayesi.
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin
kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su
kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş
şeydir…
Seni gördüğü zaman
zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında
sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz
aramızda- gene hoş şeydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde
taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu
sevmektir.