Bir zamanlar... Memleketin birinde...
Hayır,
masal değil bu... En doğrusu, yeriyle, zamanıyla anlatalım.
Zaman: Milattan
sonra...
Yer: Bu yeryüzünde bir yer...
İşte yeri belli, zamanı
belirli...
Gelelim olaya. Söylenilen zamanda, adı geçen yerde, bir
büyüüük ambar varmış. Bu ambar, tıklım tıklım yiyecek, yakacak, yunacak,
giyecekle doluymuş. Herşey düzenlice ayrılmışmış. Pirinç, nohut, fasulye, bakla
gibi kuru zerzavat biyanda, buğday, arpa, çavdar, yulaf gibi tahıl
biyanda...
Sabunlar, yağlar ayrı yerde; giysiler, ayakkabılar ayrı
yerde... Söylenilen yerdeki, adı geçen zamandaki, sözü geçen büyüüük ambarı, çok
işbilir birisi yönetirmiş. Bu işbilir, becerikli yönetmen günün birinde ne
yapacağını şaşırmış. Çünkü o ambarı fareler sarmış. Yiyecekler gündengüne
eksiliyor, peynirler, peksimetler kemiriliyormuş.
Becerikli yönetmen
elbet elleri böğründe oturmuyor, boş durmuyormuş. Canla başla farelere karşı
savaşıyormuş. Ama ne yapsa savaşta başarı kazanamıyormuş. Kemirilen sabunlar,
peynir tekerleri gündengüne eksiliyormuş. Giysiler didik didik, parça parçaymış.
Un çuvallarının içi fare yuvaları...
Ambarda farelerden hiç mi hiç aman
yok... Kavurmaları, tahılları yedikçe semirip şişiyorlar, şiştikçe azıp
dolaşıyorlar, üreyip artıyorlar... Ambar farelerle dolmuş. O koskoca ambarı
fareler ordusu işgal etmiş. Artık başa çıkılır gibi değilmiş. Yalnız yiyecekleri
yemek, elbiseleri kemirmek, peyniri, sucuğu dişlemekle kalmıyor; ayakkabıları,
derileri, tahtaları bile kemire kemire dişlerini, tırnaklarını
biliyorlarmış.
Fareler bol bol beslene beslene kedi kadar irileşmişler,
gitgide semirip köpek kadar olmuşlar. Hiç dur durak yok, ambarın içinde koşup
oynayıp, atlayıp sıçrayıp duruyorlarmış. Üstelik ambarın en güneşli, en güzel,
en görüntülü yerlerini de onlar kapmışlar.
Becerikli yönetmen, farelere
karşı amansız savaşını sürdürüyormuş. Ambarın her yerine, her kıyı bucağına en
etkili fare zehiri koymuş; hiç işe yaramamış. İşe yaramadıktan başka, insanların
keyif verici zehirlere alışmaları gibi, ambardaki fareler de, ambar yönetmeninin
ölsünler diye oraya buraya yerleştirdiği zehirlere öylesine alışmışlar ki
gündengüne daha çok zehir istemeye başlamışlar. Zehirleri hergün biraz daha
arttırılarak verilmezse, ambarı yıkacak gibi tepiniyorlarmış.
Ambar
yönetmeni, en avcı kedileri toplayıp gece ambara bırakmış. Ama ertesi sabah
ambarda, zavallı kedilerin tüyleriyle bir iki parça kemiğini bulabilmişler.
Farelerle kediler başedemiyorlar, en etkili zehirler bile onları
öldürmüyormuş.
Ambarın becerikli yönetmeni büyük kapanlar kurmaya başlamış.
Kapana yakalanan fare oluyormuş. Ama gecede beş fare kapana tutulsa, günde en az
yirmi otuz fare ürüyormuş.
Sonunda yönetmen düşüne taşına kendince bir
yol bulmuş. Üç tane büyük demir kafes yaptırmış. Kapana yakalanan canlı fareleri
bu kafese atıyormuş. Her kafes farelerle dolmuş. Yönetmen kafeslerdeki farelere
yiyecek hiçbişey vermiyormuş. Bir gün, üç gün, beş gün kafeste aç kalan fareler,
içlerinden en zayıf olan kendilerinden birini parçalayıp yemişler. Karınlarını
doyurmuşlar. Bir zaman sonra yine acıkınca aralarında dalaşmaya başlamışlar. Bu
kanlı dalaşma sonunda, yine içlerinden birini boğup parçalayıp yemişler... İşte
böyle böyle her üç kafesteki farelerin sayısı gündengüne azalıyormuş. En
kodamanları kalıyor, güçsüzleri, ufakları parçalanıp yeniliyormuş.
Fare
dolu kafesler, canlı savaş alanına dönmüş. Sonunda her kafeste üçer, beşer fare
kalmış. Bu kez, geri kalan fareler, karınlarının acıkmasını beklemeden
içlerinden birinin üzerine atılıp onu parçalamaya başlamışlar ki, biri ötekini
parçalamazsa, nasıl olsa o kendisini parçalayacak.
İşte o yüzden kendi
canlarını kurtarmak isteyen fareler içlerinden birini, uyurken, uyuklarken,
dalgınlığından yararlanarak boğup parçalıyormuş. Dahası, kafeste ikisi, üçü
birleşip birinin üzerine atıldığı bile oluyormuş. Aralarında o birleşenler de,
sonunda bir punduna getirip birbirlerini yiyorlarmış.
Sonunda, her
kafeste tek fare kalmış, en iri, en büyük, en kurnaz, en güçlü
fare...
Becerikli yönetmen, her kafeste birer fare kalınca kafeslerin
kapılarını açıp fareleri teker teker ambarın içine salmış.
Kendi türlerini
yemeğe alışmış, yani canavarlaşmış olan o besili kocaman üç fare kafeslerinden
kurtulunca ambarda ne kadar fare varsa üzerlerine atılıp onları boğmaya,
paralayıp parçalamaya başlamışlar. Bikez canavarlaşmış olduklarından,
yediklerini yiyor, yiyemediklerini de, onlar kendisini boğup yemesinler diye, öz
güvenceleri için öldürüyorlarmış.
İşte böylece, söylenilen zamandaki, adı
geçen yerdeki, sözü geçen ambar, hiç olmazsa bir süre için farelerden
kurtulmuş.
Olay burda bitiyor.
Şimdi sizlere bir
soru: Becerikli ambar yönetmeninin aklına, şeytanın bile aklına
gelmeyecek bu kurnazlık nerden geliyor? Fareleri birbirine yedirerek onları yok
etme yöntemini nasıl buluyor?
Cevap: Çünkü o
becerikli yönetmen, kendisi de, kendi türdeşlerini yok ede ede sağ kalan en
güçlü fare idi, kendi arkadaşlarını yiye yiye, yok ede ede, o büyüüüük ambarın
başyönetmeni olmuştu. Kendi yaşamındaki başarı yöntemini farelere
uygulamıştı.
Sonuç: Fareler birbirlerini
yer!...
Hayır,
masal değil bu... En doğrusu, yeriyle, zamanıyla anlatalım.
Zaman: Milattan
sonra...
Yer: Bu yeryüzünde bir yer...
İşte yeri belli, zamanı
belirli...
Gelelim olaya. Söylenilen zamanda, adı geçen yerde, bir
büyüüük ambar varmış. Bu ambar, tıklım tıklım yiyecek, yakacak, yunacak,
giyecekle doluymuş. Herşey düzenlice ayrılmışmış. Pirinç, nohut, fasulye, bakla
gibi kuru zerzavat biyanda, buğday, arpa, çavdar, yulaf gibi tahıl
biyanda...
Sabunlar, yağlar ayrı yerde; giysiler, ayakkabılar ayrı
yerde... Söylenilen yerdeki, adı geçen zamandaki, sözü geçen büyüüük ambarı, çok
işbilir birisi yönetirmiş. Bu işbilir, becerikli yönetmen günün birinde ne
yapacağını şaşırmış. Çünkü o ambarı fareler sarmış. Yiyecekler gündengüne
eksiliyor, peynirler, peksimetler kemiriliyormuş.
Becerikli yönetmen
elbet elleri böğründe oturmuyor, boş durmuyormuş. Canla başla farelere karşı
savaşıyormuş. Ama ne yapsa savaşta başarı kazanamıyormuş. Kemirilen sabunlar,
peynir tekerleri gündengüne eksiliyormuş. Giysiler didik didik, parça parçaymış.
Un çuvallarının içi fare yuvaları...
Ambarda farelerden hiç mi hiç aman
yok... Kavurmaları, tahılları yedikçe semirip şişiyorlar, şiştikçe azıp
dolaşıyorlar, üreyip artıyorlar... Ambar farelerle dolmuş. O koskoca ambarı
fareler ordusu işgal etmiş. Artık başa çıkılır gibi değilmiş. Yalnız yiyecekleri
yemek, elbiseleri kemirmek, peyniri, sucuğu dişlemekle kalmıyor; ayakkabıları,
derileri, tahtaları bile kemire kemire dişlerini, tırnaklarını
biliyorlarmış.
Fareler bol bol beslene beslene kedi kadar irileşmişler,
gitgide semirip köpek kadar olmuşlar. Hiç dur durak yok, ambarın içinde koşup
oynayıp, atlayıp sıçrayıp duruyorlarmış. Üstelik ambarın en güneşli, en güzel,
en görüntülü yerlerini de onlar kapmışlar.
Becerikli yönetmen, farelere
karşı amansız savaşını sürdürüyormuş. Ambarın her yerine, her kıyı bucağına en
etkili fare zehiri koymuş; hiç işe yaramamış. İşe yaramadıktan başka, insanların
keyif verici zehirlere alışmaları gibi, ambardaki fareler de, ambar yönetmeninin
ölsünler diye oraya buraya yerleştirdiği zehirlere öylesine alışmışlar ki
gündengüne daha çok zehir istemeye başlamışlar. Zehirleri hergün biraz daha
arttırılarak verilmezse, ambarı yıkacak gibi tepiniyorlarmış.
Ambar
yönetmeni, en avcı kedileri toplayıp gece ambara bırakmış. Ama ertesi sabah
ambarda, zavallı kedilerin tüyleriyle bir iki parça kemiğini bulabilmişler.
Farelerle kediler başedemiyorlar, en etkili zehirler bile onları
öldürmüyormuş.
Ambarın becerikli yönetmeni büyük kapanlar kurmaya başlamış.
Kapana yakalanan fare oluyormuş. Ama gecede beş fare kapana tutulsa, günde en az
yirmi otuz fare ürüyormuş.
Sonunda yönetmen düşüne taşına kendince bir
yol bulmuş. Üç tane büyük demir kafes yaptırmış. Kapana yakalanan canlı fareleri
bu kafese atıyormuş. Her kafes farelerle dolmuş. Yönetmen kafeslerdeki farelere
yiyecek hiçbişey vermiyormuş. Bir gün, üç gün, beş gün kafeste aç kalan fareler,
içlerinden en zayıf olan kendilerinden birini parçalayıp yemişler. Karınlarını
doyurmuşlar. Bir zaman sonra yine acıkınca aralarında dalaşmaya başlamışlar. Bu
kanlı dalaşma sonunda, yine içlerinden birini boğup parçalayıp yemişler... İşte
böyle böyle her üç kafesteki farelerin sayısı gündengüne azalıyormuş. En
kodamanları kalıyor, güçsüzleri, ufakları parçalanıp yeniliyormuş.
Fare
dolu kafesler, canlı savaş alanına dönmüş. Sonunda her kafeste üçer, beşer fare
kalmış. Bu kez, geri kalan fareler, karınlarının acıkmasını beklemeden
içlerinden birinin üzerine atılıp onu parçalamaya başlamışlar ki, biri ötekini
parçalamazsa, nasıl olsa o kendisini parçalayacak.
İşte o yüzden kendi
canlarını kurtarmak isteyen fareler içlerinden birini, uyurken, uyuklarken,
dalgınlığından yararlanarak boğup parçalıyormuş. Dahası, kafeste ikisi, üçü
birleşip birinin üzerine atıldığı bile oluyormuş. Aralarında o birleşenler de,
sonunda bir punduna getirip birbirlerini yiyorlarmış.
Sonunda, her
kafeste tek fare kalmış, en iri, en büyük, en kurnaz, en güçlü
fare...
Becerikli yönetmen, her kafeste birer fare kalınca kafeslerin
kapılarını açıp fareleri teker teker ambarın içine salmış.
Kendi türlerini
yemeğe alışmış, yani canavarlaşmış olan o besili kocaman üç fare kafeslerinden
kurtulunca ambarda ne kadar fare varsa üzerlerine atılıp onları boğmaya,
paralayıp parçalamaya başlamışlar. Bikez canavarlaşmış olduklarından,
yediklerini yiyor, yiyemediklerini de, onlar kendisini boğup yemesinler diye, öz
güvenceleri için öldürüyorlarmış.
İşte böylece, söylenilen zamandaki, adı
geçen yerdeki, sözü geçen ambar, hiç olmazsa bir süre için farelerden
kurtulmuş.
Olay burda bitiyor.
Şimdi sizlere bir
soru: Becerikli ambar yönetmeninin aklına, şeytanın bile aklına
gelmeyecek bu kurnazlık nerden geliyor? Fareleri birbirine yedirerek onları yok
etme yöntemini nasıl buluyor?
Cevap: Çünkü o
becerikli yönetmen, kendisi de, kendi türdeşlerini yok ede ede sağ kalan en
güçlü fare idi, kendi arkadaşlarını yiye yiye, yok ede ede, o büyüüüük ambarın
başyönetmeni olmuştu. Kendi yaşamındaki başarı yöntemini farelere
uygulamıştı.
Sonuç: Fareler birbirlerini
yer!...
Aziz NESİN